Kitabımızın mevzuunu birkaç cümleyle özetlemek zor çünkü en az fakir kulunuzun zihni kadar dağınık bir mevzuata sahip. Ancak illaki bir panoramasını sunmak gerekirse kitap boyunca daha ziyade tarihimizdeki ilginç karşılaşmalardan, yakın dönem tekke tarihimizin ilginç vakalarından bahsediyoruz. Hayatta “olmaz olmaz” dememek lazım, çünkü “olmaz” olmaz. Ancak kategorik ve dar düşünme eğilimimiz beklentilerimizin ufkunu daraltıyor. Hâl böyle olunca hayatın bu ezberlenmiş akışına aykırı her şey bize tuhaf gelmeye başlıyor. Söz gelimi bir dervişten bahsedildiği takdirde eli tespihli, başı külahlı, soluk benizli bir miskin aklımıza geliyor. Bir dervişin tiyatro sahnesine çıkabileceği, bir mizah üstadı olabileceği hatırımıza gelmiyor. Bunun gibi eski toplumumuzda tekkelerin ne kadar geniş bir rol oynadığını unuttuğumuzdan hiç beklemediğimiz insanların tasavvufla, tekkelerle münasebetlerini görünce şaşırıyoruz. Tam burada Meşa Selimoviç’in Derviş ve Ölüm’ü hatırımıza gelmeli. Selimoviç, aşinası olduğumuz hidayet öykülerinin, bir kişiyi aziz hâline getiren maceraların dışına çıkarak romanında şeyhliği terk eden bir Mevlevî dedesinin macerasını konu edinmiş, bu yönüyle de derin bir takdir toplamıştı. Evet, inceleme konumuzun evvela insan olduğunu bilerek, hatalarıyla, sevaplarıyla, zaaflarıyla, marifetleriyle insan hikâyelerine yer vermek en doğrusudur. Böylece eski çağların romantik bakışından kurtularak külli, tutarlı ve serinkanlı hükümlere varabilir, insanların eği limlerini daha doğru bir biçimde anlayabiliriz. Kitabımızın muhterem karakterlerinden herhangi birini kınamadan, “Cık, cık!” diyerek faytoncu taklidi yapmadan önce bu hakikati de hatırınızda bulundurmanızı istirham ederim. İtiraf etmek gerekirse elinizdeki bir kitaptan ziyade bir sohbet tertibine sahip bir çalışmadır. Malumunuz, millet olarak en büyük beslenme kaynağımız her daim sohbet olagelmiştir. Eskiden sık kullanılan, artık tahkir manasında dahi tedavülden kalkmış olan “kulak uleması” diye bir tabir vardır. İşte bu ulemalar o meclislerde yetişir. Sohbet dediysek öyle af buyurun cinsi bozuk hakemin hile hurdasından, pazar torbasının günden güne daha pahalıya doluşundan, Ankara kulislerinden ne hikmetse sızmış havadisten bahsedilen meclislerden bahsetmiyoruz. O meclisleri memleketimizin mevsimlik misafirleri hacı leylekler pekâlâ kurar, orada bol bol da lak lak ederler. Eskilerin arifane dedikleri cinsten sohbetlerden bahsediyoruz. Her biri sahasında bilgili insanlarla bir araya gelince neler konuşulmaz ki, yine eskilerin deyişi ile “Sohbetin canı vardır”, o can ne isterse oraya doğru akar gider sohbet. Konudan konuya, şahıstan şahısa seyahat eder durur sohbetin canı. Tarihten, felsefeden, edebiyattan, müzikten söz edilir edilmesine de dinleyen anlatandan arif gerektir; öğrendiğini hatırında tutmak, onu mahalline göre saklayıp tam zamanında sohbetin ortasına sürmek marifet ister. Yerine uygun bir fıkra söylemek, bir nükte yapmak sohbet erbabının pek azına nasip olan bir bahtiyarlıktır. Bu daldan dala sohbetlerin nihayetinde bazen insan “Yahu biz ne konuştuk” duygusuna kapılır, oysa farkında olmadan küfesini doldurmuştur bile. İnsan hiç beklemediği bir anda, en olmadık malumatı zihninin tozlu raflarından çıkartıp meclise renk verebiliyorsa, bunda edilen ince ve zevkli sohbetlerin tesiri vardır. Bendeniz de daima gerek ahbaplarımla, gerekse yaşça kıdemli büyüklerimle ettiğim sohbetleri ikinci bir mektep olarak görmüşümdür. Yeni bir bilgiye ulaşmak, bu bilgiyi velev ki malumatfuruşluk olsun bir mecliste anlatmak ne büyük zevktir. Hem bu sayede bilgi, zihinde kaybolmaz, sohbetle tazelenir durur. Elinizdeki kitap, işte yukarıda arz edilen mantıkla yazılmıştır. Bir bahiste sabit kalmayacak, aralara ufak parantezler açacak ve hatta -ne yalan söylemeli- tarihi şahsiyetlerin dedikodusunu yapar gibi “Ah, filan dedin de hatırıma geldi,” kabilinden başlıklar açarak ilerleyeceğiz. Bu üslup belki ilk bakışta okuması zor gelebilir. Ancak bu satırlar vasıtasıyla sohbet etmeye başlarsak kitabın sonunda “Zaman nasıl geçti anlamadık vallahi!” dediğimiz sohbetlerin hissiyle kitap başından ayrılacağınızı ümit ederim. Huzurlarınızdaki bu kitabı hayatımda yer edip de bilgilerini benimle büyük bir cömertlikle paylaşan, her hususta merakımı körükleyen, her daim gevezeliğime tahammül eden arkadaşlarıma, yakınlarıma, dostlarıma ve büyüklerime atfediyorum. Ne yazık ki, bunların bir kısmı artık perdenin öbür tarafına geçmiş, bir Karagöz sahnesine benzeyen bu âlemde görünmez olmuşlardır. Ancak onların hepten yok olmadıklarına, yalnız Hayalî’nin sandığında sıralarını beklediklerine inanıyorum. O nedenle bu atfımdan da ruhlarının haberdar olacağını ümit ederim.