Bu kitapta, milliyetçiliğin ortak bir kültürden doğan tabii bir duygu olarak daima var olduğunu, ancak bu duyguyu oluşturan kültürel öğelerin tarih içinde değişebileceğini anlattım. Bu, bugün millet dediğimiz toplumsal birimin, varlığının her döneminde bir millî kimliğe sahip olduğunu, ancak bu kimliği oluşturan kültürel öğelerin zaman içinde değişebileceğini de ifade ediyor. Bu tespitler nesneldir; bizim bakış açılarımıza göre değişmez. Ayrıca, bu tarihî ve toplumsal gerçekliğin, birtakım sosyologların yahut ideologların tariflerine uyup uymaması da hiçbir şeyi değiştirmez. Siz bir tarife sokabilseniz de sokamasanız da, en az iki bin beş yüzyıldan beri olagelen bir toplumsal gerçeklik, bir kültürel oluşum var ki, o, bugünkü Türk milletidir ve onun millî kültürüdür. Bugün de, her türlü tarife ilgisiz olarak oluşumunu sürdürmektedir. İşte millet dediğimiz, bu canlı varlıktır; değişen, oluşan ve hep kendisi olarak kalmayı başaran toplumsal gerçeklik. Her milletin düşünürleri, kendi milletlerinin tarihî ve fiilî gerçekliğine göre, bu değişme içinde milleti kendisi olarak devam ettiren unsurları içeren tarifler vermeye çalışmışlardır. Doğru olan da budur; her milletin tarih/kültür macerası farklı olduğuna göre, her millet için verilecek tarifin buna uygun olması gerekir. Ancak, yine de ifade edelim ki, milletin toplumsal ve ruhî gerçekliğinde, verilecek bütün tarifleri aşan bir şey var. Bu, bütünün parçalarının toplamından fazla bir anlam kazanması gibi görünüyor. Bu anlamda, ortak geçmiş şuurunun ve geleceği birlikte yaşamak iradesinin payını hissedebiliyoruz. Bu tarihî/toplumsal gerçekliğin idraki ve isimlendirilmesi ile milliyetçilik düşüncesi on dokuzuncu yüzyıl içinde doğdu ve yayılmaya başladı. Her milletin toplumsal gelişme süreci farklı olduğu için, milliyetçilik fikrinin yayılmasından yararlanan ve zarar eden topluluklar oldu. Fiilen millî sınırlarına çekilmiş olan Fransa gibiler, bu duyguyu zenginleştirecek kültürel atılımlara girmekle, toplumsal ve siyasi yapılarını kuvvetlendirdiler. Bizim gibi, imparatorluk halinde iken bu düşünce ile tanışanlar, parçalanmayı hızlandıran bir milliyetçilik dalgası yaşadılar. Bu yüzden Gökalp, milliyetçiliği, İslam dünyasını ve imparatorluğumuzu parçalayan bir manevi mikrop olarak ilan etti ve artık onu kendi hizmetimizde kullanma zamanı geldi, dedi. O günlerden itibaren, bütün Müslüman toplumların, kendi milliyetlerini idrak ederek Batı emperyalizmi karşısında mücadeleye girmeleri ve siyasi-iktisadi bağımsızlıklarını kazanmaları gayretleri Türk milliyetçilerince hep desteklendi. Millî varlığımıza dayanarak, milliyetçilik konsepti üzerine kurulan Cumhuriyet, millî kültürümüzü/kimliğimizi geliştirecek, zenginleştirecek tedbirler almaya çalıştı. Bir kısım kötü niyetliler, cumhuriyetin, var olmayan bir millî kimlik oluşturmaya çabaladığını ileri sürdüler; onlar, çoğu alt kültür bile denilemeyecek folklorik renkleri ayrı birer kimlik halinde tahrik etmeye memur, her cinsten bölücülerdir. Bir kısım iyi niyetlilerde, yazımızın girişinde işaret ettiğimiz tarihî gerçekliğin farkında olmayarak, milleti, yabancı literatürden aldıkları birtakım tariflere sığdırabilmek için, noksanlarımızın bulunduğunu ve milliyetimizin oluşmakta olduğunu ileri sürdüler. Ziya Gökalp, sübjektif kimliği, objektif/kültürel kimlik yerine koyarak benzeri bir yanlışa düşmüştü. Bir devletin, kuruluş ilkelerini güçlendirmek için kültür ve eğitim siyasetleri izlemesinden, ancak bu kimlikten rahatsız olanlar rahatsız olurlar. Cumhuriyet siyasetlerinin asıl eleştirilmesi gereken tarafı, batıcılık saplantıları yüzünden kendi bindiği dalı kesmeye çalışan tutumlardır. Bu yanlışlar Türk kültürünün tarihî/millî muhtevasını tahrip ederken, elinde Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene!” pankartını taşıyordu. Bu yanlış, giderek siyasi varlığımızın yaslandığı millet konseptini tartışmaya sokacak noktalara getirildi. Öbür yanda, milletine sadık bazı kesimler, siyakını sibakını (bağlamını) yeterince kavrayamadıkları bir takım Batılı değerlere sahip çıkmak adına, millî kültürümüzü koruyacak ve geliştirecek bazı tavırlara karşı çıkmaya başladılar. Bu yanlışlara karşı koyabilmenin ilk şartı, şüphesiz ki doğru idraklere kavuşmaktır.***Osmanlı İmparatorluğunun 700. kuruluş yıl dönümünün kutlanması kararı, 1999 yılında yapılan kutlama faaliyetlerinden çok, Osmanlıya dostça bir kapı açılmış olması bakımından önemlidir. Gerçi, ilim adamları için bu kapı daima açıktı; ama, yine de, toplumun bütününe yaygın bir rahatlamanın olması, onları da etkileyecektir. Bu demektir ki, her türlü kompleksten, peşin yargılardan sıyrılmış olarak rahatça ve bizimdir diyerek Osmanlı üzerinde düşünebilir, araştırmalarımızı yürütebiliriz. Osmanlının da bir hukuku olduğu, Osmanlı yönetiminin de hukuk kurallarına uymak gereğini duyabileceği gibi, sıradan olguları kavramakta zorluk çeken hukukçularımızın varlığını görmüş olmak, insanı mübalağaya götürebilir olsa da, Osmanlı tartışma ve çalışmalarının önünün daha çok açıldığını düşünüyorum. Osmanlıyı, bütün kültürel oluşumlarıyla tanımak ve kavramak bizim görevimizdir ve ancak bizim yapabileceğimiz bir şeydir; çünkü, bütün yabancılaşma tezahürlerine rağmen, biz o kökten geliyoruz. Onu kavrayabildiğimiz ölçüde, idraklerimiz kendi kıblesine dönmüş olacaktır. Biz, geleceğimizi bu birikim üzerine kurmak ve dünyaya sunuşlarımızı bu birikimle yapmak zorundayız; efendi, kişilikli, saygın ve özgün olmanın yolu budur. Başta üniversitelerimiz olmak üzere, bu yolda heyecanlı bir yürüyüş başlatmalıyız.***Üçüncü bölümün ortak çizgisi “iman” meselesidir. İman, hayatın içgüdüler karşısındaki ana ilkesidir. Bütün insanî oluşumların arkasında, bu ikisinin şu veya bu ölçüde karışmış belirleyiciliği vardır. Gerek yabancı, gerekse Türk düşüncesinde iman konusunda da sanki bir körlük yaşanıyor gibidir. Doğrusu, ben bunu şaşırtıcı buluyorum. Kur’an -ve bütün dinler insanları sürekli, imana çağırdıkları halde, bu kavramın, dinî muhtevasının ötesindeki yer ve işlevleri üzerinde yeterince durulmamı solmasını ilgi çekici buluyorum. İslam kültüründe iman meselesi, iman-küfür çerçevesinde tartışılmış olmasına ve İbni Teymiye gibileri kavrama büyük bir derinlik kazandırmış olmasına rağmen, kavram hayatın bütününe dönük bir olgu halinde değerlendirilememiştir. Psikiyatri de, özellikle, id, ego süper ego ilişkilerinde son derece açıklayıcı olacağını düşündüğüm iman olgusunun yeri ve değerini tartışmamıştır. Yazdıklarımın uyarıcı bir faydasının olmasını dilerim