Enerji, sanayileşme, nüfus artışı, şehirleşme ve küreselleşmenin de etkisiyle artık devletler için hayati önem taşımaktadır. Bu nedenle enerji güvenliği artık ulusal güvenlik konularıyla birlikte değerlendirilmektedir. Özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra devletler, temel enerji kaynaklarına ulaşabildikleri oranda ekonomik ve teknolojik ilerlemelerini ve toplumların hayatlarını istikrarlı bir biçimde sürdürebilmelerini sağlamışlardır. Enerji güvenliğini sadece enerji kapsamında değerlendirmemek gerekmektedir. Bu kavramın ekonomik büyüme ve istikrar, siyasi güç ve diğer güvenlik alanlarıyla da etkileşim içinde olduğu ve birinde yaşanan bir değişimin diğer alanlarda domino etkisine neden olacağı görülmektedir.Tarihsel süreçte yaşanan birçok çatışmanın temelini enerji kaynaklarına sahip olmak ya da kontrol etmek oluşturmuştur. 18. ve 19. yüzyılın temel enerji kaynağı olan kömür, İngiltere, Almanya, Fransa ve ABD’de üretilmeye başlanmış ve başta Alsace Loren bölgesi olmak üzere kömür kaynaklarına sahip olmak için birçok bölgede mücadele alanları oluşmuştur. Dolayısıyla bu dönemin enerji politikası, enerjinin başlıca kaynağı olan maden kömürü yataklarına sahip Büyük Britanya, Fransa, Almanya ve ABD üzerine kurulmuştur. I. Dünya Savaşı öncesinde Winston Churchill’in İngiliz donanmasını Alman donanmasından daha hızlı kılmak ve böylece küresel konularda etkinliğini devam ettirebilmek amacıyla, kömür yerine petrole dayalı gemilerden oluşan bir donanmaya dönüştürme yönünde aldığı tarihi karardan bugüne enerji güvenliği, uluslararası politika ve güvenliğin başlıca konularından birisi olmaya devam etmektedir.İngiltere’nin aldığı bu karar, enerji jeopolitiğini de değiştirmiş, Hazar ve Orta Doğu bölgesi jeopolitik ve jeostratejik oyunun merkezi hâline gelmiştir. Bugün bile dünyadaki çatışma bölgelerini haritaya koyduğumuzda, neredeyse tamamının enerji sağlayıcı bölgeler olduğunu söylemek mümkündür. Bunun en önemli sebebi ise, enerji kaynaklarının rezerv durumuyla ilgili gelişmeler, enerji oyunundaki büyük oyuncuların enerji taleplerindeki hızlı değişimler ve yeni enerji teknolojileridir. Özellikle Çin ve Hindistan gibi ülkelerin enerji taleplerindeki değişimler ve petrol rezervlerinin yüksek olduğu Orta Doğu da yaşanan Arap Baharı gibi yapısal değişimler enerji jeopolitiğinin de yeniden tanımlanmasına neden olmuştur.Değişen jeopolitikle birlikte sistemdeki oyuncular ve onların rolleri de değişime uğramıştır. Stratejik enerji kaynakları olarak adlandırılan petrol, doğal gaz vive LNG, çatışma nedeni olmanın ötesinde artık birer siyasi kart hatta silah olarak da kullanılmaya başlanmıştır. Bu durumun çoğu zaman devletler arasında karşılıklı bağımlılığa neden olduğu ifade edilse de elinizdeki eserde belirtildiği üzere bazen de asimetrik bir bağımlılığa sebep olabilmektedir.Dr. Erkan, kitabın birinci bölümünde oldukça geniş bir kavramsal çerçeve çizmiş; hatta literatürdeki birçok kavram karışıklığına da bu sayede açıklık getirmiştir. Ayrıca stratejik enerji kaynaklarının devletler arası ilişkilerde iş birliği ve çatışma gibi iki zıt kavramla ilişkisini de değerlendirmiştir. Devletlerin söz konusu kaynakları güvenlikleştirerek aynı zamanda bir tehdit algısı taşıdıkları; bu algının stratejik enerji kaynaklarını güç aracına dönüştürmelerinde nasıl etkili olduğunu açıklamıştır. Bu bağlamda ikinci bölümde Dr. Erkan, bir enerji devi olan Rusya’nın stratejik enerji kaynakları profilini ortaya koyarak bu kaynakların Rus dış politikası ve ekonomisindeki yerine değinmiştir. Hatta Rusya’nın girişimlerini enerji silahı modeliyle açıklamış ve Ukrayna krizi dönüm noktası olarak belirlenmiş, kriz öncesi ve sonrası süreç karşılaştırılmıştır. Kitabın üçüncü bölümünü yükselen güç Çin’in enerji güvenliği politikaları, ulusal strateji belgeleri ve uygulamalar kapsamında değerlendirilmiştir. Bu bölümde Rusya-Çin ilişkilerinin zeminini hazırlayan gelişmeler ele alınmıştır. Bu noktada Çin açısından değerlendirmelerde bulunan Erkan, Rusya ve Çin arasında iş birliği sürecini karşılıklı bağımlılık yaklaşımıyla analiz ederken asimetrilerin başlangıç süreçlerini de değerlendirmiştir. Taraflar açısından özellikle Ukrayna krizi sonrası dönem, kırılganlık ve hassasiyetler çerçevesinde analiz edilmiştir. Dr. Anıl Çağlar Erkan, kitabın son bölümünde Moskova-Pekin ilişkilerini enerji bağlamında ele almış ve 1999 yılında Rusya lehine olan ilişkilerin 2020 yılına gelindiğinde Çin lehine nasıl döndüğünü yine kırılganlıklar ve hassasiyetler bağlamında açıklamıştır.Dr. Anıl Çağlar Erkan, uzun soluklu bir çalışmanın sonucu olan bu eserle literatüre önemli bir katkı sağlamıştır. Birlikte geçirdiğimiz doktora serüveninin son noktası olan bu kitabın yazım sürecinde son derece sabırlı, özverili ve son derece çalışkan bir öğrenci olmuştur. Uluslararası ilişkiler literatürüne yaptığı katkı ve çalışmalarından dolayı kendisini tebrik eder; okuyucusunun bol olmasını temenni ettiğim bu kitaba ön söz yazma şansını bana verdiği için kendisine teşekkür ederim