İnsanoğlu kainattaki diğer canlılardan birçok farklı özelliğe sahip olarak yaratılmıştır. Bu özelliklerden biri de dini bir inanışa sahip olma olgusudur. Din fenomeni, ibadet mükellefiyeti gibi bir dizi konuyu beraberinde getirir. İbadetlerin yerine getirilebilmesi için gerekli olan mekânlar, genellikle mâbedlerdir. Mâbedler, insan tasavvurunda "Tanrı'nın mekânı" olarak kabul edilen kutsal yerlerdir. Bu mekânlar, aşkın varlıkla yakınlığın sağlandığı, tapınma ihtiyacının giderildiği, inancın yerine getirildiği ve günahlardan arınmanın gerçekleştiğine inanılan özel yerlerdir. Mâbedlerin kutsallığı, din ve inançlara göre farklılık gösterse de, bu kutsallığın evrensel bir ortak bilinç oluşturduğunu söylemek mümkündür.Hristiyan teolojisinin mâbed anlayışında da benzer hususlar yer almaktadır. Kilise, Hristiyan inancında özel bir yere sahiptir ve diğer semavi dinlerle karşılaştırıldığında, daha farklı fonksiyonlar icra ettiği görülür. Kilisenin "Yanılmaz Olduğu", "Manevi Otorite" olarak kabul edildiği ve birçok sembolik anlam taşıdığı vurgulanmaktadır. Örneğin, kilise, "İsa'nın Manevi Vekili", "İsa'nın Bedenini Yansıtan" ve "Tanrı'nın Bedenini Temsil Eden" bir yapı olarak algılanmaktadır. İslam'ın tevhid ilkesinin merkezde olmasıyla birlikte, diğer din mensuplarının mâbedlerinin statüsü İslam hukukunda tartışılmıştır. İslam dini, zimmî statüsündeki kimselerin kanını, namusunu, malını ve dini özgürlüklerini garanti altına almıştır. Hz. Peygamber’in hadislerinde zimmîlerin haklarına dair birçok husus yer almakta olup, fukaha bu naslardan hüküm çıkarmıştır. Özellikle Hulefâ-yı Râşidîn dönemindeki uygulamalar, sonraki ulema için zemin oluşturmuştur.Bu kitap, kiliseye dair mevcut boşluğu doldurmak, konuya dair farkındalık oluşturmak ve yapılacak yeni çalışmalara zemin hazırlamak amacını gütmektedir. Çalışma, İslam hukukunun normatif-etik zeminini kaybetmesine rağmen, teorik çerçeveyi ve klasik dönem eserlerindeki tasavuru ortaya koymayı hedeflemektedir. Klasik dönem toplumunda fıkıh, normatif zemin oluştururken, modern dönemde bu durum ortadan kalkmıştır. Bu bağlamda, günümüz İslam hukuku uygulamaları ile klasik dönem fıkıh anlayışları arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır.