İktidarın Gölgesi ve Roman

Satın Al

₺ 0.00

İktidarın Gölgesi ve Roman

Edebiyat ortamına oldukça geç gelen roman, her geçen gün iktidarını güçlendirerek edebiyatın merkezine yerleşti. Öyle ki bugünün edebiyat dünyası ‘roman’ ekseninde dönüyor dense yeridir. Masal, destan ve hikâye gibi kadim türlerden kendi hanesine ekledikleriyle tanımlanamaz ve tartışılamaz yapısıyla roman, ölçüye vurulamaz gücünü gün geçtikçe artırıyor. Edebî iktidarının benzeri biçimde, anlatanın sözüyle değişip çoğalan kadim türlere karşılık, yazıyla sabitlenip değişmeyen bir metin olarak roman, okurunu çoğaltan yapısıyla da edebiyatın gündemindedir. Dikkat ediniz, yazılı metni değişmemişken okuruna göre değişip başkalaşan, onların her biri için yazılmış hissi uyandıran ne çok roman vardır. Kadim zamanların, kamuya seslenen destan ve romans geleneğinde yol alıp Don Kişot gibi önemli bir metinle edebiyatın tarihine kaydını yaptıran roman, doğduğu Avrupa coğrafyasının dışındaki dünyada oğul veren arılar benzeri çoğalıp yaygınlaşıyor. Yazarı, okuru ya da eleştirmeni olmakla cazibesine kapıldığımız roman, hakkındaki olumsuz yargıları da boşa çıkardı denebilir. Okurluk ediminin neredeyse yalnızca ‘roman okumak’ ölçüsüyle belirlendiği bir dünyada, roman türünün yerini sosyal bilimlere devredeceğine, daha da ilerisi, romanın öleceğine dair kehanetlerin itibarı kalmamıştır artık. Roman türüyle 1970’li yılların başlarında tanıştığıma göre elli yıllık beraberliğimden söz edebilirim demektir. Kısıtlıolanaklarımla okuru olduğum ‘roman’ hakkında bir gün gelip benim de söz söyleyebileceğimi, heveskârlık zamanımda düşünemezdim açıkçası. Roman yazarlarının da benim gibi heyecanlı birer okur olarak tanıştıklarında roman yazarı olmayıplanlamadıklarını sanmıyorum. Albenisine kapılarak içinde kaybolduğumuz o büyülü dünyanın giriş ve çıkış kapılarınıaçıp kapatmayı o günlerimizde bilemezdik. Tanışıklığımla başlamış ‘roman okumak’ hevesinden, hayli zaman sonraki ‘bir İktidarın Gölgesi ve Romanxiv romanı okumak’ aşaması, ‘yine’ okumalarımla sınırlarını zamanın genişlettiği bir sorumluluktur. Jules Renard, “İnsan kendi özgünlüğünü edinmeden önce nelere katlanıyor.” diyor ya onun gibi durum benimkisi de. Bu aşama konusunda söyleyeceklerimin hemen her biri, ‘saf ve düşünceli’ romancı Orhan Pamuk’un anlattıklarına çıkacağından söyleneni ne tekrar edeyim ne de değiştireyim. “Okulların en verimlisidir romanlar. Kurallar değil sezgiler, kesinlikler değil eğilimler, yasalar değil istemler kazanılır bu okulda. Herkes yorum özgürlüğünce yetişir romanlarıyla. Sizi bilmem ama ben romansız yaşayamam.” cümleleriyle yazısını tamamlayan Nermi Uygur’un son sözü ilkemdir: Romansız yaşayamam, ben de. Kendime bunun gerekçesini sorduğumda, başlığı ilkem olan yazıyı döner okurum yeniden. Öyle ki her ‘yine’ okuyuşum sanki ‘yeni’ bir okuyuşumdur, özün özü bu yazıyı. Üstüne üstlük roman kitaplarının insandaki şaşkınlığını da bulurum o yazıda. Etkilendiğim bu yazının esiniyle olmalıMario Vargas Llosa’nın, adı belleklerimize yerleşmiş romanları“ebedî kılan” ölçü dediği “müthiş kandırmaca” nereden geliyor diye merak ederim. “Adam Sanat” dergisinin Mayıs 1994 tarihli sayısında Italo Calvino’nun “Kara Koyun” (çev. İnci Asena) başlıklı kısacık yazısını okuduğumda dünya için kullanılan ‘global köy’ deyişini anımsadım. Küçülen dünyanın hikâyesi sanki o bir sayfalık yazıdaydı. Bu heyecanıma karşılık adı geçen yazıda benim asıl merak ettiğim, dışarıda oldukça ilginç bir hareketlilik yaşanırken kalabalığa karışmayıp evinde yalnız başına ‘roman’ okuyan ve sonunda açlıktan ölen “dürüst” adamın okuduğu romandı. Onca kuramsal yazı varken çağdaş Rus yazar, akranım Mihail Şişkin, ilginç bir roman açıklamasıyla şaşırttıbeni. Gerçekten de Şişkin’in, “Duvara Kazınmış Kayığın İçin-İktidarın Gölgesi ve Romanxv de” yazısında söylediği gibi roman, mahkûmun hapishane duvarına kaşığın sapıyla çizdiği kayık mıdır diye merak ettim doğrusu. Kendimce ‘nedir bu roman denilen türün sihri’ kaygımı, Marcel Proust’un bir paragraflık “Roman Yazarının Gücü” yazısıyla giderdim sayılır. Her birimizin, “karşısında” tıpkı“imparatorun karşısındaki köleler gibi” olduğumuz “roman yazarı” okurlarını yalanın gerçeğine öylesine inandırıyor ki “romansız yaşayamam” diyor romanın okurları da. Hakkında ne çok bilmediğimiz olan bir yazarı, onun yakın tanığı bir başka yazardan öğrenmek gibi geliyor bana dünyayı da romancıdan öğrenmek. Romancı ile aynı dünyanın içinde olmak, bizim de o dünyayı bildiğimiz anlamına gelmiyor. Romancı yazmasaydı olduğu gibi yani cazibesiz duracaktıdünya. Romancı yazınca bizler de ‘bakmak’ ile yetinmeyip ‘görmek’ aşamasına geçtik diyebiliriz. Düşünelim, yazılmamışaşk ile acısı anlatılmamış ölüm nedir ki… Furuğ Ferruhzad’ın “Veda” şiirinin dizelerini anımsayalım: “Tanrı şahit ki mutluluk goncasıydım ben/ aşkın eli geldi ve dalımdan kopardı beni/ âhın alevi oldum…” Romancı yazmadan önce dalındaki bir “gonca” idi dünya, romancının yazmasıyla dalından koparılarak “âhın alevi” olmuş, tanınmaz haldeki yarası/ yüreği açılmış gonca güldür dünya. İyi romanların, okurlarını yazarın boşluklarınıdoldurmaya davet edişi, goncanın açılışındaki biçim ve içerik değişikliğini romancının kurmaca yöntemiyle yaptığının benzerliğiyledir. Böyle oluşu nedeniyledir ki Giorgio Manganelli’nin ‘yeniden okuma’ tezi doğrultusunda her yeni okuma, metne dair yargılarımızı değiştirip zenginleştiriyor ve yazarın, söylemediklerini de önemsiyoruz dünyanın büyüsü için. Edebiyatın sanat metinlerinin estetik kaygıyı öncelediğini söylemek bile fazla. Bu böyleyken roman yazarının, kendinden ve dünyadan edindiği parçacıkları bir araya getiren kur-İktidarın Gölgesi ve Romanxvi maca metniyle ‘bir şey’ de söylemek istediğini düşünüyorum yoksa onun bu çabası bir “hiç” uğruna değildir. Jose Ortega y Gasset’nin iki cümlesini delil sayıyorum görüşüme: “Bir romanda istenildiği oranda toplumbilim katkısı bulunabilir; ama romanın kendisi sosyoloji olamaz. Kitabın kaldırabileceği yabancı öğelerin dozu sonuçta yazarın onları romanın kendi atmosferi içinde eritebilmekteki hünerine bağlıdır.” Romancının söylemek istediği açık seçik belli olmayandır elbette, öyle olsaydı yalnızca yazdıklarıyla yetinir de söyleyemediklerinin merakını yaşamazdık okuduklarımızın ardından. Ingeborg Bachmann’ın, ‘Frankfurt Dersleri’ konuşmasındaki “sanat yapıtları havası alınmış bir mekânda oluşmaz” yargısının gerekçesini bu nedenle önemsiyorum: “Sanat yeni bir fırsat yakalarsa, nerede bulunduğumuzu ya da nerede bulunmamız gerektiğini, ne durumda olduğumuzu, ne durumda olmamız gerektiğini öğrenme olanağı verir bize.” Zamanına tanıklık etmek görevi roman için hangi ölçüde geçerlidir, tartışmalıdır ve tartışılmalıdır. Buna karşılık, kurmacanın romancıya tanıdığı özgürlük avantajıyladır ki onun anlattıkları, ‘olaylar/ bilgiler’ dizisinden ayrı biçimde, toplumsal yaşam ve dolayısıyla yaşamı var eden insan odaklıdır. Carl Gustav Jung’un, sanatçının “gayri şahsî” ve “topluluksal insan” oluşuna vurgu yaptığı “Psikoloji ve Edebiyat” yazısının, “Sanatçı kendi amaçlarına yönelen özgür bir kimse değil, kendini sanata ödünç vererek sanatın amaçlarının gerçekleşmesini sağlayan bir kimsedir.” cümlesinin ilk sözcüğünü, kendime ‘romancı’ olarak okuyorum. Elimizde okunmayı hak eden bir roman var ise yazarı yok demektir orada. Bachmann’ın benzersiz tanımlamasıyla edebiyat iddiası, “Yaşadığı zamanı temsil etmek ve henüz zamanı gelmemiş bir şeyi sunmak.” olan romancıdır sanatçının yerine eklediğim romancı. İktidarın Gölgesi ve Romanxvii Okumak, ‘okuryazar’ ile ‘okur’ olanı ayırma ölçüsünden apayrı çeşitliliği gerektiriyor. Edebiyat ortamındaki ‘yaratıcıyazarlık’ benzeri ‘yaratıcı okurluk’ önerileri, uygulamada karşılığı buldu bile. Kişilerin okuma gerekçeleriyle okunacak metinlerin çeşitliliği ölçüye sığmıyor ancak roman okumak, roman ve yazarına atfedilen ‘bilmece’yi çözmek benzeri karmaşık bir niteliğe büründü diyebiliriz. Proust, yazarın nihai çabasının “bizi evren karşısında meraksız bırakan çirkinlik ve anlamsızlık perdesini bizim için ancak kısmen aralamaya” yettiği belirlemesinin ardından, “okumanın ödülü ve yetmezliği” vurgusunu bu açıdan dikkate almalıyız. Okuyup bitirdiğimizde hakkında söyleyeceklerimizin, okuduğumuz romanı anlatmada yetersiz kalacağını bile bile roman okumak, şaşılası bir tutku değil de nedir ki… Orhan Pamuk’un bir cümlelik özetidir bu, “Roman yazmak kelimelerle resim yapmak, roman okumak da başkalarının kelimeleriyle kafamızda resimler canlandırmaktır.” Roman, bir üniversitedir edebiyatta, roman eğitiminden geçemeyenin tahsili yarım kalır derim. Bilgi edinme kaygım yokken bunca zamandır roman kitabını elime her alışımda Proust’un izahıyla kendi okuduğumun, benim için “cennetin kapılarını” açtığımda “kanatlanıp giden melek ” ya da “kıpırtısız bir put” olup olmadığını sorguluyorum. Çoklukla da roman hakkında yazı yazmaya kalkıştığımda oluyor bu ‘kitap’ sorusu. Kendi adıma bir tür iç yolculuğa çıktığım roman ile benden iyi bilenin anlattığı dünyayı görmeye ve anlamaya çalışıyorum, anlatılanın gerçek olmadığını bile bile. Yolculuğuma okur dostlarımı da ortak etmek istiyorum, o kadar. Romanın yazarıyla kurmaya çalıştığım diyaloğa okuru da katabilirsem ne mutlu. Bu gizemli metinlerin dünyalarında insanıbulmaya çalışıyorum öncelikle çünkü edebiyatın sanat metinleri ‘insan’ odaklı metinlerdir. Okuduğum romanlar için söz söyleme sıram geldiğinde Rainer Maria Rilke’nin, genç şair İktidarın Gölgesi ve Romanxviii dostuna, adını verdiği romanı okumayı önerdiğindeki uyarısıyla denetliyorum kendimi: “Estetik eleştirel yazıları elden geldiğince az okuyun. Böylesi yazılar ya belli bir tarafı tutan görüşleri yansıtır, ölü katılıkları içinde taşlaşmış ve anlamsız nitelik taşırlar ya da ustaca düzülmüş söz oyunlarıdır hepsi, bakarsınız bugün bu görüşü size sunar, yarın ona aykırı bir görüşü karşınıza çıkarırlar. Sanat yapıtları sonsuz yalnızlıklar içindedir ve yanlarına en az sokulabilecek bir şey varsa o da eleştiridir.” Benimkiler, öyle yazılar olmasın isterim elbette. Ustaların sözüyle söylersem edebiyat farklı bir dünyadır ama bütün sanatlar gibi o da susan bir şeydir. Eleştirel okuma, edebiyatı ve dolayısıyla onun romanını konuşturandır. Romanıeleştirel bir dille okumak, edebiyatın kurmaca metininin dilini çözmek, onu bir biçimde konuşturmak işidir diyebilirim. İyi bir romanı konuşturmak, birkaç dil bilmeyi gerektirir ki eleştiren kişinin ustalığı da buradadır. Örneğin; Huzur (Ahmet Hamdi Tanpınar) romanı için aşk dili, kültür dili, psikoloji dili, müzik dili, medeniyet dili, tarih dili ve ayrıca edebiyat dili bilmek gerektiği gibi. Eleştiri denildiğinde yazar ile okur arasındaki bir aracı kişi gelir akla ancak bu aracı olma, iyilik ve kötülük ölçüsüyle değildir bence. Ben eleştiride, edebiyat metinlerine bakarken kuramsal ölçü(t)ler yerine bir görüş ve anlayıştan yanayım. Edebiyat metinlerine eleştirel gözle bakacak olanların önce iyi bir okur olmalarını, okudukları metinlere sevgiyle bakmaları gerektiğini düşünürüm. Eleştiri bir hoşgörü meselesidir, bu nedenle kurmaca metinlere farklı gözlerle bakmanın önünü eleştiri buyruğuyla kesmemek gerekir. Malum ya romanın iç zenginliği, o metinden çıkarılacakların çokluğuyla anlaşılabiliyor. Ben de yazılarımda, Rilke’nin metne yaklaşmadaki “sevgi” vurgusuna kendimce özen göstermeye çalışırım. İktidarın Gölgesi ve Romanxix Roman ekseninde bir bütünlük sağlayan yazılardan oluşan bu kitabımda yirmi bir yazarın yirmi üç kitabından söz ettim. Cümlemde, ‘roman’ değil de ‘kitap’ sözcüğünü kullanmam, Serbest İnsanlar Ülkesinde (Ahmet Ağaoğlu) ile Ya Tahammül ya Sefer (Mustafa Kutlu) nedeniyledir. Ağaoğlu’nun yazdığının, roman sayılıp sayılmayacağı tartışmalı ancak döneminin önemli bir metni olduğu tartışmasızdır. Kutlu, adından söz ettiğim kitabı gibi hikâye toplamı değil de ‘yek ahenk’ kitapları için bile ‘roman’ terimini kullanmasa da Ya Tahammül ya Sefer, özenle seçilen öykülerin toplamı romandır benim anlayışımda. Reşat Enis Aygen ile Melih Cevdet Anday ikişer, diğer yazarlar ise birer romanıyla kitaptadır. Can romanınıYeşil Gece ile karşılaştırdığım Rus yazar Andrey Platonov, romanından söz edilen tek yabancı yazardır. Kitabımda sözünü ettiğim romanlar, tarihsel olarak -ilki 1909’da yayımlanan Nesli Ahîr, sonuncusu 2004’teki Suda Bulanık Oyunlar-, Türkiye’nin yirminci yüzyılının romanlarıdır, bu nedenle bir dönemin dünyasını sınırlı da olsa yansıtabilirler. Sümer Kızı ile Serbest İnsanlar Ülkesinde hakkındaki yazılarım, Kurmaca ve Gerçeklik(2014) adlı kitabımda yer almışken dönemle ilgilerinin önemiyle bu kitabıma eklenmiştir. Kitabıma romanlarıyla konuk olmuş yazarlar arasında; Tanpınar, Halit Ziya, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Halide Edip, Sait Faik, Mustafa Kutlu ve Latife Tekin gibi adları edebiyat ortamında yerleşmişler yanında İskender Fahrettin, Ahmet Agaoğlu ve Şevket Süreyya gibi pek fazla anılmayanlar da vardır. Her bir yazar, yazdığıyla ve okuruyla kendince vardır edebiyat dünyasında; ben, yazılan metinleri önceledim. Haklarında yazdığım romanların çoğu, yazarlarının öne çıkmış romanları değildir. Bu seçimimdeki önemli etken, edebiyatın sanat metinlerinin okunma, dolayısıyla çok bilinme İktidarın Gölgesi ve Romanxx gerekçelerinin zamanla değişiklik göstermesidir. Bir dönem çok okunan romanların bir zaman sonra pek anılmadığına, bunun tam aksine zamanında ilgi görmemiş romanların ise sonraki zamanlarda yeniden keşfedildiğine sıkça tanık olmuşuzdur. Sözünü ettiğim bu tercih ve dışlama, edebiyat ortamınıcanlandırmaya yaramış olabilir ancak iyi romanın ölçüsü, zamanının rüzgârını arkasına almak değildir. Ön hazırlığı iyi yapıldığından basılır basılmaz kapışılan her roman iyi roman sayılamayacağı gibi çok okunmamış romanlar da kötü değildir. Aşk-ı Memnu (Halit Ziya), Ayaşlı ile Kiracıları (Memduh Şevket Esendal), Çalıkuşu (Reşat Nuri), Huzur (Tanpınar), Yaban (Yakup Kadri), Sinekli Bakkal (Halide Edip), Aylaklar (Melih Cevdet Anday), Kadın Destanı (Ayla Kutlu) vb. varken ben; Nesl-i Ahir, Miras, Yeşil Gece, Sahnenin Dışındakiler, Panorama, Sonsuz Panayır, Gizli Emir, İsa’nın Güncesi ve Kaçış romanlarını seçtim. Bunların yanında; İstanbul’un Bir Yüzü (Refik Halit), Kayıp Aranıyor(Sait Faik), Karanlığa Direnen Yıldız (Sevinç Çokum), Deprem(Aclan Sayılgan) ve Gece Dersleri (Latife Tekin), uygun seçimlerdir diyebilirim. Sümer Kızı, Serbest İnsanlar Ülkesinde ve Toprak Uyanırsa, adları pek anılmayanlar ise de sözleri bitmemiştir onların. Bir şekilde gündeme getirdiklerimle sayılamayacak çokluktaki romanın kaderini, okurun zamanı ile zamanın okuru belirleyecek gibi görünüyor. Her bir romanı, kendimizden eklediğimiz yeni anlamlarla değerlendirmek önemli kuşkusuz; ancak romanları birbirleriyle karşılaştırmak, kurmaca metin ile onun yazarının başkalıklarını görmemize hayli olanak sağlıyor, kitabımda bunu gördüm. Farklı zamanlardaki yazılarımı, konu edinilen romanların anlattıklarının yakınlığıyla gruplandırırken René Girard’ın, “Bütün yazarlar bazı noktalarda bir araya gelirler; deha sahibi tek bir adamın, bazen birbiriyle çelişen farklı anları gibidirler.”cümlesini anımsadım. Şaşırtıcı yakınlıklar, çelişkiler, olaylar ve İktidarın Gölgesi ve Romanxxi insanlarla karşılaştım bu ülkenin yüz yılının az sayıdaki romanında. Kitabımın özünü, bölümlemeleri belirleyen konu tasnifinin oluşturduğunu söylemeliyim. Nesl-i Ahir, İstanbul’un Bir Yüzü, Miras ve Sahnenin Dışındakiler, İmparatorluk sonuyla Cumhuriyet öncesinin romanlarısayılabilir. Romanların olay çerçevesini; Abdülhamit dönemi, Meşrutiyet yılları, Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarının gergin atmosferi oluşturur. Cumhuriyet rejimin kuruluşuyla başlayan umutlar ile karamsarlıklar Yeşil Gece, Serbest İnsanlar Ülkesinde, Sümer Kızı ve Panorama romanlarının her birine farklıbiçimlerde yansır. Örneğin, Sümer Kızı romanı rejimin mitolojik övgüsüyken felsefi zenginlikler içeren Serbest İnsanlar Ülkesinde, rejime alternatif görüşler içeren bir ütopyadır. Yeşil Gece, inkılapların toplumsal yaşamda kökleşmesinin, kürsülerde anlatıldığı kadar kolay olmadığına dolaylı bir vurgudur. Rejimin içinden gelen yazarın romanı Panorama, içerideki çürümeyle büyük inkılabın küçük politikalara feda edilişinin kaygısıdır. Dengeleri alt üst eden İkinci Dünya Savaşı, “kırkların karanlığı” Milli Şef dönemiyle belirginleşen umutsuzluğu iyice koyulaştırınca ‘kaçış’ parantezi açılır toplumsal yaşama. Rejiminin albenisinin silindiği bu kırklı yılların; savaş vurguncuları, özgürlükleri kısıtlanmış edebiyat ortamı, iktidar baskısından yılmış rejim yanlısı aydınların çıkış arayışları, değişen dünyayla ufukta beliren çok partili siyasal yaşam, ağır vergiler ve yoksulluk nedeniyle devletinden kopmuş halk; Sonsuz Panayır, Toprak Uyanırsa, Gonk Vurdu, Ağlama Duvarı, Kayıp Aranıyor ve Kaçış romanlarına yansır. 1960, her biri on yıl arayla gelecek ‘darbeler dönemi’ için başlangıç yılıdır: 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül. Bundan böyle askerin sesi ‘düdük’ ile halkın iradesi ‘sandık’ arasında iktidar nöbeti başlar. Karanlığa Direnen Yıldız, ilk darbeyi on yedi yaşının gençliğiyle yaşamış yazarın 27 Mayıs romanıdır. Okunmaksızın Türkiye’deki siyaset çarkı-İktidarın Gölgesi ve Romanxxii nın işleyişi anlaşılamayacak Deprem, yazarının tanıklığıyla toplumsal yaşamda sağalmaz yaralar açmış 27 Mayıs günlerinden 12 Mart sonrasına uzanan gergin yılları film canlığıyla anlatır. Bugünden geçmişe her iktidar döneminde istenmeyen gazetecinin gör başına gelir diyenlerle Türkiye Solu içindeki kamplaşmaları merak edenlerin de romanıdır Deprem. Karanlığa Direnen Yıldız ile Deprem, rövanş iddialı iki darbeye yaşıgereği uzak kalmış okurları o dönemlere yaklaştırabilir. Melih Cevdet, 12 Mart’ın hemen öncesinde yayımlanan distopyasıGizli Emir romanıyla geleceği ön görmüş gibidir, İsa’nın Güncesi ise darbe sonrasındaki korkulu günlerin ironik romanıdır. 12 Mart’ın eksik bıraktığı rövanşı tamamlayan 12 Eylül, öncesiyleSuda Bulanık Oyunlar’da, ortamına göre şiddeti değişen sonrasıyla da Gece Dersleri, Ya Tahammül ya Sefer ve Yüz: 1981’dedir. Romanımızı çıraklık çağından kurtarmış Halit Ziya, özgürce yazabileceği ortam doğduğunda Abdülhamit’in baskıdönemlerine döner yeniden. Romanındakiler, dönemle ilgili anılarının toplandığı Kırk Yıl kitabında yazdıklarının düz anlatımdan kurtarılmış biçimidir. İktidar tarafından gözetlenme, her an bir muhbirin ihbarıyla yakalanma korkusu ve sanatıgölgeleyerek öldüren sansür, dönemin başat sorunları olarak yansır romanına. 1909’da yayımlanan Nesl-i Ahir ile sınırlıkalmayan iktidarca gözetlenme korkusu, Melih Cevdet’in yıllar sonraki Gizli Emir ile İsa’nın Güncesi romanlarında, özellikle ikincisinde, akıl almaz boyutlara ulaşır. Abdülhamit dönemiyle Millî Şef iktidarının adsız hafiyeleri, sonraki dönemlerde Âdemelması (İsa’nın Güncesi) adıyla kutsal görevlerini sürdürürler. 1930’da, rejim henüz baharındayken yayımlanan Serbest İnsanlar Ülkesinde kitabının bireyin özgürlüğü vurgusu da yabana atılmamalıdır bu bağlamda. İktidarın Gölgesi ve Romanxxiii Sansür, iktidar güçlerinin sanatın üstündeki Demokles kılıcıdır her dönem. Nesl-i Ahir’deki sansür yergisini abartılıbulanlar, dönemi anlatan didaktik metinleri okuyunca romanı‘ehven-i şer’ bulacaklardır. Cumhuriyet rejiminin “ideolojik aygıt” beklentisine uygun yazarak sansürden sıyırmış görünen yazarları, kırklı yılların karanlığında her birini adına zimmetlenmiş sivil polisiyle dolaşırken görürüz. Sait Faik’in ilk romanın başına gelenler bunun somut örneğidir. Kayıp Aranıyor’daki gazeteci Nevin’in, şiiri andıran örtük bir dille konuşması ve sonunda bilinmeyen bir ülkede Ayşe olarak yaşamayı seçmesi sebepsiz değildir. Sanatçıların, “hükm-i zamana uyarlarsa” her dönem “bal gibi” yaşarken ayak uydurmayıp “hariçte kalanlar” ise sıradan işlerde “boğaz tokluğuna” çalıştıklarına göre Sonsuz Panayır ile Nesl-i Ahir’in anlattıklarının yakınlığı var demektir. Ekleyelim, Halide Edip gazetecilerin hemen hepsinin “komünistlik” ile suçlandığından söz eder romanında. Gizli Emir’in AYOT komitesi, sansürde taş çıkartır Abdülhamit dönemine. 12 Mart’ın hemen öncesinde yayımlanan bu romanı, bir yıl sonra ancak “uzay ülkesinde” yazılabilir, “gereksiz” roman sayan bir ‘hesaplaşma’ eleştiricisi, ne tesadüf ki yıllar sonra (2014) çektiği bir televizyon filmi için gözaltına alınmıştı. Stalin’in, vaktiyle yazdıklarını çok beğendiği Andrey Platonov’un kitabına sonradan “süprüntü” yazmasına bakılırsa yazarın yukarıdan onay alması pek kolay değildir. Her bir iktidar bu tür dayatmaları Sartre’ın deyişiyle “bir şey adına” yapar kuşkusuz ancak o ‘şey’ her ne ise hiçbir dönemin sanatçısı bilemez onun ne olduğunu. Albert Camus, ‘sanatçı’ ve onun ‘çağı’ hakkında konuşurken söyler sözün özünü: “Sanatın devlet kuvvetleri ile tehdit edildiğini söylemek yetişmez. Bu durumda sorun basittir: Sanatçı ya savaşır, ya da savaşamayacak duruma getirilir.”İktidarın Gölgesi ve Romanxxiv Esendal ile Tanpınar’ın, gençlik yıllarının tanıklarıyla yazdıkları romanlarında ilginç benzerlikler var, bu nedenle Miras ile Sahnenin Dışındakiler, karşılaştırmalı okunabilir. Asım ve Cemal, değişik gerekçelerle taşradan İstanbul’a gelip tutunamamış iki gençtir. Her ikisi de derin aşklar yaşar ancak sevdikleri kızları, karşılarındaki güçlüler nedeniyle elde edebilme şansları yoktur. İki genç de saygı duydukları kişilerce muhalif politik hareketin içine çekilmek istenirse de onların kişilikleri bu ortam için pek uygun değildir. Her iki romanın, içten sevenleriyle değil de güçlülerle evlenen iki genç kızı, zamanlarına göre ileridirler. Salime, görücü usulü evlilik yürürlükteyken evleneceği erkekle görüşüp konuşmaktan yanadır, çarşafı reddeden Sabiha ise “kendimi yapacağım” der. Her iki romanda, saray karşıtı muhalefetin heyecanına karşılık dağınıklığı dikkat çekicidir ki bu duruma Nesl-i Ahir de eklenmelidir. Cumhuriyet döneminin romanı söz konusu olduğunda Halide Edip, Reşat Nuri ve Yakup Kadri, kanona eklenmesi gereken üç yazadır ancak kitabımdaki romanlarıyla bu yazarların rejim için konumları aynı değildir. Sipariş üzerine yazdırıldığına dair yaygın kanaatler oluşan Yeşil Gece, rejimi savunayım derken sonraki yılların ‘militan laiklik’ anlayışını başlatmıştır denilebilir. Sonraki değişim yılları dikkate alındığında, zafer kazanan Çagatayev’in tam aksine Ali Şahin’in halka önyargılı sevgisiz yaklaşımı, rejimin sahiplerine pahalıya patlamıştır. Ayrıca dikkat ettim, “İnkılâp denilen şey bir günde olmuyor.” gerçeğini öğrenen Ali Şahin, dört yolun ayırımına geldiğinde “ortadakini” seçer, “inkılabın doğduğu yere” ulaşmak için. Reşat Nuri’nin diğer yolları nereye giderdi bilinmez ancak Ahmet Ağaoğlu, güçlükleri aşmış kahramanına, “sol tarafa giden yol hürriyet yolu”, “sağ tarafa giden yol kölelik yolu” olduğundan ‘sola giden yolu’ seçtirir. Reşat Nuri’nin aksine Halide Edip, değişen dünyayı görmüş olmalı ki din ve günlük İktidarın Gölgesi ve Romanxxv yaşam konusunda daha ılımlı ilişkiler kurdurmuştur roman kişilerine. Rejimi doğrudan hedef almamışsa da Sonsuz Panayır, dünya dengelerini sarsan savaş yıllarının otoriter Tek Parti iktidarına sert eleştirileri içerir. Miras romanının Meşrutiyet sonrası ‘türedi zenginleri’, Sonsuz Panayır’ın savaş vurguncusu karaborsacıları olarak çıkar karşımıza. Bu fırsatçılarla 27 Mayıs günlerinde Karanlığa Direnen Yıldız romanında yeniden karşılaşırız. Rejimin partisini oldukça sert bir dille eleştirerek istifa etmiş Yakup Kadri, bu eleştirilerini Panorama’daki kurmaca kişilerine söyletir. Roman, ‘büyük inkılabın küçük politikalar için harcandığı’ tezini dillendirir ki bugün için de çok önemli bir iddiadır bu. Refik Halit’in, Meşrutiyet iktidarında küçük çıkarları için ailece siyasete girenleri, Panorama’nın bilinçli ve muhteris parti örgütçüleridir artık. Yeşil Gece ile Panorama, önemli bir yönetim eksikliğine dikkat çeker: İmparatorluk sonrasında yeni rejim kurulmuştur ancak idare eskilerin elindedir. Yunan sürgünlüğünden kurtulan Ali Şahin, öğretmenlik yaptığı okula geldiğinde yıllar önce savaştığı softaların kılık değiştirerek yeni rejimde yönetici oldukları görünce şaşırır. Rejime baştan sona karşı durmuş Tahincizadelerin, yeni harfleri bilmeyen ve öğrenmek de istemeyen oğullarının nasıl olmuşsa Parti’ye il başkanı yapılışına dikkat çeker Yakup Kadri de. Anlaşılan o ki Meşrutiyetçilerin rejim hazırlıksızlığı, Cumhuriyetiler için de geçerlidir. Panorama, beylik sözlerle yetinip halka karşı ilgisiz seçkinlere yönelik eleştirileriyle Toprak Uyanırsa ve Karanlığa Direnen Yıldız romanlarıyla benzerlikleri olan romandır. Şevket Süreyya’nın emekli öğretmeni, halkı jandarmanın bile dövdüğünden yakınır. Sevinç Çokum’un Emin Bey’i de rejimin on iki yılına hükmeden İsmet Paşa döneminde halkın fakirleştirildiğini söyler apartmandaki rakibine. Reşat Nuri’nin genç öğretmeniyle Şevket Süreyya’nın emekli öğretmeninin halka yaklaşım biçimleri, siyasetçiler için ders konusu olmalı-İktidarın Gölgesi ve Romanxxvi dır. Adı bilim ile anılan ‘üniversite’ kurumu, Toprak Uyanırsaile Karanlığa Direnen Yıldız’da söz yerindeyse ağzının payınıalmıştır. Yüz yılın roman karakterleri arasındaki benzerlikler de şaşırtıcı doğrusu. Meşrutiyet sonrasındaki ölçüsüz kazancı ve harcamalarıyla dünyayı kendinin kılmış Kâni (İstanbul’un Bir Yüzü), 12 Eylül sonrasının, “değerli olan her şeyin sıradan insanlar için üretildiği” tezini doğrulamak için yaşayan antikahramanı (Yüz:1981) olmuş gibi geldi bana ve onlar, kuşatıyor dünyamızı ne yazık ki. İçlerinde “romancılık” denilen kocaman “boa yılanı” beslerken boanın giderek solucana dönüşmesiyle edebiyattan ve yaşamdan kopan iki gazeteci Selami (Ağlama Duvarı) ile Nevin (Kayıp Aranıyor) ne kadar da benzerler birbirlerine. Ömer (Gonk Vurdu), Cemal (Sahnenin Dışındakiler) ve Feridun (Karanlığa Direnen Yıldız), bir türlü “uç vermeyen bir yumak” olan yazı yolunda hevesi kursağında kalmış gençlerin önde gidenleridir. 1980 öncesinde üniversite öğrencisi olan ne çok kişi Tarık (Suda Bulanık Oyunlar) benim diyecektir, kuşkunuz olmasın. Ülkesinden kaçan Üstün (Kaçış) ile evinden kaçan Gülfidan (Gece Dersleri), hesaplaşmayı seçen iki devrimcidir. Üstün, ‘dava’ söylemine uygun eylemleri yapamayışının ezikliğiyle kendisini eleştirirken “rüzgâr gibi militan” kız Gülfidan ise ‘dava’ için katıldığı davasız örgütüyle hesaplaşır. Bu hesaplaşmaya, sonunda konum değiştiren Mehmet Kostak (Deprem) da eklenmelidir. Değerlerini tüketen bir dünyada tutunamayan, sonları iç acıtıcı yazar Murat Ağabey (Ya Tahammül ya Sefer) ile yayıncı Veysel Ağabey (Karanlığa Direnen Yıldız), eylemleriyle ve akıbetleriyle ne kadar da yakındırlar birbirlerine. Sonunda hesaplaşmayı seçen sosyalist ‘devrimciler’ ile iyilikleriyle adları unutulan muhafazakâr ‘ağabeyler’, roman karakteri olmanın ötesinde toplumsal yaşamın düşünsel dinamikleri olarak da dikkate alınmalıdır. İktidarın Gölgesi ve Romanxxvii Her birimizin, ‘birey’ olarak edebiyat metni, özellikle de roman okumaya ihtiyacı vardır. Roman okuma gerekçemiz, okuyacağımız romanı olduğu kadar okuma biçimlerimizi de belirler. Kapağını açarak büyülü dünyasına girdiğimiz romanıbitirip iki papağın arasında bıraktığımızda her birimiz apayrıduygularla çıkarız romanın atmosferinden, bu da romanın güzelliğidir. Benim kitabım da okuru için sayfa sayfa tüketilen değil de karşısında gittikçe büyüyen bir dünya olan romanların, her birimizi şaşkına çeviren dünyasındaki saklı güzellikleri görmek ve belki biraz da göstermek çabasıyla yazılan yazılardan oluşmuştur. Ben, romanlar hakkında ‘ilk’ olanı söylemediğim gibi ‘doğruluk’ kaygısıyla da yazmadım. Söylenmişlere bir söz ekledim, söyleyeceklere de bir söz olsun diye… Sekizinci kitabım için yaklaşık on yıllık zaman aralığında, bazıları sanal ortamda çoğu basılı dergilerde yayımlanmışyazılarımı bir araya getirirken ‘yine’ okumalarla müdahale ettim yazılarıma. Eklemeler ve çıkarmalar yanında küçük bazıdil değişiklikleri yaptım yazılarımda. Sözünü ettiğim değişikliklerin, benim isteğimle olanları olduğu gibi kitaplaşmanın gerektirdiği editörle çalışma doğrultusunda yapılanları da oldu doğal olarak. Neticede, periyodik yayınlardaki ‘yazı’ ile okur dediğimiz kalabalık kitleye ulaşacak ‘kitap’ için farklısunum biçimleri gerekiyor. 2022’nin sıcak yaz günlerini bu kitabımın hazırlıklarıyla geçirdim diyebilirim. İlk kez, yalnızca bir konuyla ilgili yazılardan oluşan kitabım oldu, bu da benim için ayrı bir sevinçtir. Roman ekseninde toplanan yazılarımdan oluşan kitabımı yayımlamayıüstlenerek beni yeni okurlarla buluşturan Özer Daşcan Bey ile Anı Yayıncılık yetkililerine teşekkür ediyorum. Kitapları, gözlerini dünyaya açan bebeklere benzetiyorum. Doğum anında annenin işini kolaylaştıran yardımcı sağlık hizmetlerinin katkı-İktidarın Gölgesi ve Romanxxviii sını göz ardı etmek ne mümkün! Edebiyat ortamına çıkacak kitaplar için de editörleri vazgeçilmez önemliler olarak görüyorum, onlar olmayınca bir yanları eksik kalıyor kitapların. Kitabımın editörlüğünü, şu sıralarda kurmaca metinlere de yönelen genç akademisyen Tuğba Çelik üstlendi. Yoğun çalışmalarından haberdar olduğum Tuğba Çelik, editörlük görevini üstlenmedi yalnızca yazılarımı sahiplendi. Birbirimizi okuduk ve dinledik bu çalışma sürecinde ve sonunda kitabım okuruyla buluştu. Beni, edebiyat ortamında sekizinci kitabın yazarı yaptığı için ona samimi dileklerimle teşekkür ediyorum, minnettarım kendisine. Roman okuyarak gelişelim dileğiyle…
Erişim Türü :  bireysel erisim
Tanımlı ISBN:

9786051707792

Konular
Siyasal İletişim
Anahtar Kelimeler

iktidarın, gölgesi, ve, roman

Dil : Türkçe (TR)

Hata Bildir

Bu E-Kitap; Dijital Hakların Korunması amacıyla belirlenen süre için kullanılmaktadır.
Özellikler Durum
Kopyalanma ve Çoğaltma İzni
Alıntı/Atıf Yapma İmkânı
Web Üzerinden Okuma
Çevrim Dışı Okuma
Kullanılabilecek Cihaz Sayısı 2
Ekran Görüntülü/Ekran Kaydı
Not Alma
Yazdırma*
Vurgulama ve Boyama
Metin İçinde Gezinme
Gelişmiş Metin İçi Arama
Renklendirme
Lisanslama
IP ve ID Kontrolü
Filigran
İade Hakkı
Metin Okuyucu LockLizard Viewer

* (Yayıncı tarafından izin verilmişse)

NASIL ÇALIŞIR?

1

Lisans Yazılımı Nasıl Yüklenir?

Sisteminize uygun olan LockLizard DRM (digital lisans koruma yazılımı) yazılımını cihazınıza indirin ve kurulumu tamamlayın.

2

Lisans Dosyasını Al

Lisans dosyanızı üye panelinde bulunan Lisans Dosyamı İndir butonuna tıklayarak indirin ve görüntüleyici yazılımını açın.

3

Lisanslama

Kurduğunuz locklizard yazılımı açınız ve sol menüde bulunan lisanslama alanına tıklayarak indirilen .llv uzantılı dosyayı seçin.

Son Yorumlar

  • Henüz yorum yapılmadı ilk yorumu siz yapabilirsiniz.

  • Kullanım Rehberi

    • Lisansı Yükle

      Digital lisansınızı bilgisayarınıza yükleyin.

    • E-kitabı Yükle

      Librarytürk kütüphanesinden kitabınızı seçin.

    • Lisansı Aktifleştir

      İndirilen lisans dosyasını locklizard pdf okuyucuya tanımlayın.

    • oku

      Pdf Oku

      Artık cihazınızda pdf dosyalarına erişebilirsiniz.

    Nasıl Çalışır?

    libraryturk

    Türkiye'nin akademik e-kitap sağlayıcısı Librarytürk. Librarytürk; çevrimiçi akademik kitaplar ve materyallerin lider sağlayıcısıdır. Araştırmacılar için bir e-kütüphane görevi üstlenen Librarytürk, bugüne kadarki istatistiksel rakamları ile bu alanda öncü olma hedefine kararlı ve emin adımlarla ilerlemeye devam ediyor.

    Sayfa Başına Dön