İnsan, sosyal ve kültürel niteliklere sahip tek canlıdır. Dolayısıyla seçme hürriyetine sahiptir. Sosyal bir varlık olarak insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği de onun bu niteliğidir. Nitekim onun bir yanda sempati, sevgi, saygı, anlayış, ihsan, merhamet, onur, tevazu, affetme, adalet gibi olumlu; diğer yanda ise antipati, kibir, kin, nefret, haset, gurur, öç alma gibi olumsuz duygulara sahip olduğu bilinmektedir. İnsanın, sahip olduğu bu ve benzeri yüzlerce olumlu ve olumsuz duygularının yanında ayrıca akıl, irade ve vicdan gibi yetileri de mevcuttur. Bu yetileri sayesinde insan, “insan olma” potansiyeline sahiptir. İnsan, eşi, işi, aşı ve dinini seçebilir ama anne babası, akrabası, cinsiyeti ve ırkını seçemez. Çoğu kere komşusunu ve iş arkadaşını da seçemez. İnsan, bu kadar fıtri yetilere sahip olsa da fıtrat gereği asla yalnız yaşayamaz ve daima birine ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç onun için doğumundan ölümüne kadar değişmeyen bir olgudur. Doğumunda annesine muhtaç olduğu kadar, hayatında ve ölümünde de birilerine muhtaçtır. Şayet bir insan, yalnız yaşıyorsa bu yalnızlık, mecburiyetten kaynaklanan bir durumdur, yoksa fıtratın gereği olan bir yaşama tarzı değildir. Yalnızlık, istenilen ve arzu edilen bir durum değildir. Arzu edilen, birlikte ve bir arada yaşamadır. Ne var ki insan, seçtiği veya seçemediği kişilerle birlikte, bir mekânda, bir ortamda, bir yörede veya bir ülkede yaşamak zorunda kalabilmektedir. Fakat bu zorunluluk, insanların aynı düşünce, aynı fikir, aynı inanç veya aynı kültür içinde olmalarını gerektirmemektedir. Her insanın fıtri yetisi, bilgi birikimi ve tecrübesi eşit olmadığı için düşünce ve inançları da aynı değildir. Bu nedenle insanoğlu, birlikte yaşamanın kurallarını ve ilkelerini belirleme çabası içinde olmuş, dolayısıyla birlikte yaşamanın getirdiği sorunları asgari düzeyde tutmayı amaçlamış ve bir ölçüde de bunu başarmıştır. Nitekim yapılan gözlemlerden, önerilen ilke ve kuralların insanın fıtri yapısına, toplumsal dinamiklere ve dinî kurallara göre tanzim edildiğinde birlikte yaşama şansının arttığı; aksi durumlarda ise azaldığı müşahede edilmektedir. Bunun farkında ve bilincinde olan insanlar, kurallı bir hayatın hem kendileri hem de toplumun huzuru ve mutluluğu için gerekli olduğunu; kuralsız bir hayatın ise hem kendileri hem de toplum için kaos, anarşi, huzursuzluk, mutsuzluk ve umutsuzluk olduğunu kavramışlar ve bu nedenle de “En kötü kural, kuralsızlıktan iyidir.” sözünü, kendileri için rehber edinmişlerdir. Trafik kuralları bunun en güzel örneğidir. Müslümana rehberlik edecek ve onun Müslümanca yaşamasını sağlayacak kurallar ise Kur’an ve sünnette yer almakta, bu nedenle Kur’an, normları; sünnet de formları belirlemektedir. Kur’an’da yer alan kurallar, Müslümanlar tarafından öğrenilip içselleştirildiği dönemlerde birlikte yaşamanın ana unsurları olurken, günümüzde maalesef etkinliğini büyük ölçüde yitirmiş bulunmaktadır. Bunun da nedeni, bu ilke ve kuralların yeterince bilinmemesi; bilenlerin de bu kuralları, yeterince içselleştirememiş ve bilinç hâline dönüştürememiş olmasıdır. Zira ilgi olmayınca bilgi, bilgi olmayınca da bilinç oluşmamakta ve bilinç hâline dönüştürülmemiş bir bilginin eyleme dönüşme ve alışkanlık hâline gelme şansı da bulunmamaktadır; dolayısıyla birlikte yaşamaya katkımız da yeterli olmamaktadır. Bu nedenle birlikte yaşamanın bilgi boyutunu oluşturan ahlak ve hukuk kurallarını öncelikle bilmemiz, daha sonra da bunları içselleştirmemiz ve uygulamamız gerekmektedir. Fakat bu kuralın günümüzde yeterince uygulanmadığı ve işlevselliğini büyük ölçüde yitirdiği görülmektedir. Bunun elbette ki birçok sebebi mevcuttur. Bunlar arasında en dikkat çekeni, genelde insanların, özellikle de “yeni neslin, kültürel evrime maruz kalması, dolayısıyla değer yargıları, dünya görüşleri ve kültürel normlarının değişmiş olmasıdır. Zira önceki nesiller, yaşam mücadelesi ile meşgulken bu yeni nesil, zevk ve eğlencelerinin, sürekli üretilen ve sonu gelmeyen suni ihtiyaçların peşinden koşmakla meşgul olmuşlar” ve bu nedenle de din, ahlak, etik gibi toplumsal kuralları, arzu ve isteklerine engel olarak görmüşlerdir. Zira bu zihniyet, “Her arzunu tatmin et, her zevki tat.” ilkesini benimsemekte, nefsin arzu ve isteklerini engelleyen her şeye de karşı durmaktadır. Kur’an, bunu “hevasını ilah edinmek” olarak açıklar. “Hevasını ilah edinmek” ise insanın, din tarafından öngörülen kurallı bir hayatı terk ederek nefsinin istek ve arzularına göre bir hayat yaşamasını ifade eder. Zira her insan, Allah’a kulluk etmekle yükümlüdür. Bu, kul olmanın bir gereğidir. Çünkü hiçbir insan, kendi kendini var etmemiştir. Bu nedenle insan, Yaratıcısı’na teşekkür borçludur ve bunun adı da kulluktur. Ne var ki insanoğlu, çoğu kere nefsinin arzu ve isteklerine uymayı tercih etmekte, dolayısıyla kulluktan uzak bir hayata yönelebilmektedir. Nefsin arzu ve isteklerine uymamak ve onlarla mücadele etmek ise o kadar da kolay değil, hatta çok zordur. Zor olduğu içindir ki Hz. Peygamber, “Mücahit, nefsiyle cihad eden kimsedir.” deme ihtiyacı hissetmiş ve nefsle mücadeleyi de “büyük cihad” olarak açıklamıştır. Özellikle egosu yüksek, benmerkezci ve narsist kişiler için nefsleriyle mücadele etmek çok daha zordur. Bir reklamda söylenen “Kontrolsüz güç, güç değildir.” sözü, nefs için de geçerlidir. Bu nedenle nefsin kontrol edilmesi gerekir. Zira her arzunun yerine getirildiği sınırsız bir hürriyet söz konusu değildir. Gerçek hürriyet, kurallı hürriyettir ve o da bir başkasının hürriyet sınırına kadardır. Bu nedenle nefsi bu yönde eğitmek gerekmektedir. “Nefs terbiyesi” denilen şey de budur. Bu da ancak bilgiye ve bilince dayalı bir eğitim ve kurallı bir hayat ile mümkündür. Zira eğitilmemiş bir nefs, akla lokomotif olur ve onu peşinden sürükler. Olması gereken, aklın, lokomotif; nefsin/duyguların ise katar olmasıdır. Bunu başarabilenler, ancak nefslerine kul olmazlar, diğer bir ifade ile nefslerini ilah edinmezler. Bu nedenle günümüzde hedonist, egoist ve konformist anlayışların yoğun baskısı ve etkisi altında kalan insan, bir tercih karşısındadır: Ya kuralsız, ilkesiz, sorumsuz bir hayat vadedilen hedonizm ya da kurallı, ilkeli ve sorumlu bir hayat vadedilen din tercih edilecektir. Müslüman, hayatını yaşarken her ne kadar hedonizm, egoizm ve konformizmin etkisinde kalsa ve bunun etkisini derinden hissetse de kendini bu etkilerden ve getireceği yanlışlıklardan da korumak zorundadır. Ne var ki yaşanan gerçeklik, bunun aksini gösteren örneklerle doludur. Nitekim günümüzde yeni neslin hasbilikten gittikçe uzaklaşıp hesabiliğe meyletmesi, tüketim ekonomisinin etkisiyle israfa dalması, kimi Müslümanın da “masa, kasa ve nisa” konularında imtihanı kaybetmesi, bunun en bariz örnekleri arasında yer alır. Bu nedenle bu konulara Kur’an perspektifinden bakıp kurallı bir hayatın nasıl olması gerektiğine dair görüş ve düşünceleri ihtiva eden eserlere ihtiyaç bulunmaktadır. Nitekim Kur’an Kural ve Hayat isimli bu kitap, söz konusu bu amaca yönelik yazılan ve yayımlanan yazıların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş olup daha önce yayımlanmış olan Kur’an ve Güncel Dinî Meselelerimiz, Din Anlayışımız/Sorunlar-Düşünceler ve Anlayıştan Davranışa Dinî Hayatımız isimli eserlerin de bir devamı mahiyetindedir. Dolayısıyla diğer kitaplar gibi bu kitabın da okuyucularına bir bakış açısı kazandıracağını umuyorum. Sonuç olarak bu umudumun gerçekleşmesine kitabı yayımlayarak vesile oldukları için değerli öğrencim Tuncer Namlı’ya, Fecr Yayınları editörü Hüseyin Nazlıaydın’a, son okumasını yapan Rufi Tiryaki’ye ve ayrıca emeklerini esirgemeyen yayınevinin tüm çalışanlarına en içten şükranlarımı sunuyorum.