Ali Şeriati, tarihe bir iz bıraktı; bilmenin heyecanı, bildiğiyle amel etmenin ve dahası bu öğrenilen şeyi aktararak eylemi çoğaltmanın mutluluğu onun hayatını bu denli coşkulu kılan unsurlardı. Şeriati, bu coşkulu hayatını, paradoksal biçimde yalnızlık, hüzün ve varlık sancısıyla anlamlı kılıyordu. Hayatının anlam çığlığıydı aslında tüm devrimci koşusu onun. Evet, Şeriati çok boyutlu bir karakterdi. Batı’dan bakıldığında, “Radikal İslamcı” bir ideolog; Doğu’dan bakıldığında, İslami ilimleri tahsil etmemiş, Batı’dan etkilenmiş geleneğe kafa tutan bir “ukala”; Kum’dan bakıldığında, bir “Vehhabi”; Riyad’dan bakıldığında ise Şii bir misyoner! Sosyalist parti binalarından bakıldığında, Marksizm’den etkilenmiş olsa da sonuçta bir “Küçük Burjuva Gericisi”; Selefi cemaat derslerinden bakıldığında ise İslam Sosyalizmi tesis etmiş bir “kafası karışık”. Oysa Şeriati, hakikati arayan, sivil, dayanılmaz bir yürektir. Hayatlarında gelgitleri olan, etkileşimlerini İslam’ı anlamak ve yaşamak, sosyal adaleti tesis etmek, mazlumlarla dayanışmak, insanlığın büyük ailesine faydalı olmak için sorumluluk duyan ve varlık sancısı çeken bir insandır. Bu da karşımıza iki Şeriati çıkarttı: Öğretmen Ali Şeriati ve sancılı, dertleşen Mezinanlı Ali. Ali Şeriati, Türkiyeli okur için İslamcı gençlerin Batı’yla yüzleşmesinde bir pencereydi. Marksizm, Anarşizm ve Egzistansiyalizm gibi güçlü felsefi altyapıları olan söylemlerle karşılaşma, anlama, faydalanma ve yeri geldiğinde hesaplaşma/cevap verme için genellikle İslamcı düşünürler yetersiz kalırken; Şeriati güçlü bir söylem geliştiriyordu. Öte yandan, Şeriati, Sünni-Şii geriliminde sakinleştirici, birleştirici ve başka bir ufku işaret eden İslami dünya görüşüne vurgu yapan bir düşünürdü. Bu açıdan da önemli bir düşünür olarak külliyatı gençlere yol gösteriyor. Elbette bu, Şeriati’nin de kendi yöntemiyle eleştirilmesini gerekli kılıyor. Çünkü Din’e karşı Din gibi, insanoğlu en güzel şeyi bile içini boşaltıp iyiyi kötücülleştirebiliyor. Şeriati’nin bilincine karşı Şeriati popülizmi de onun derdinin ve fikirlerinin anlaşılmamasında büyük bir etken. O yüzden eleştirel Şeriati çözümlemeleri elzem bir hâl alıyor. İşte, bu yüzden hazırladığımız bu eserde, Şeriati’nin derdiyle dertlendiğimiz için onun fikriyatımızdaki yerini farklı açılardan ele alıyoruz. Şeriati, İslami kesim için olduğu kadar, İslam’ı ve Müslüman dünyayı anlamaya çalışan diğer kesimler için de bir köprü işlevi görmektedir. Bu çabası, “tanıma ve tanışma” işlevidir ki Şeriati’nin tüm çalışmalarına yansımıştır. Şeriati’nin durduğu bu kavşak noktasında düşünürümüz 1977’de hayata gözlerini yumsa da çalışmamızın ana hedefi, Şeriati sonrası bu köprü işlevinin nasıl sürdürüleceğidir. Şeriati’den sonra onun karizmasını tüketmek yerine onun gibi, bir praxisi nasıl gerçekleştirebiliriz? 1977’den sonra da Şeriati’nin bıraktığı yerden gelişmeye ve evrilmeye devam eden teolojik, ideolojik ve felsefi tartışma gündemlerinde nasıl bir seyir izlenebilir gibi elzem sorulara cevap arıyoruz. Bunu yaparken de eserimizin son bölümünde, farklı müelliflerin Şeriati analizlerine yer veriyoruz. Çalışma boyunca desteklerini esirgemeyen başta editörümüz Hüseyin Nazlıaydın ve Fecr Yayınevi çalışanlarına, son okumasını yapan Rufi Tiryaki’ye, Melih Ahıshalı, Adnan İnanç başta olmak üzere Bilge Adamlar Dergisi emektarlarına, görüş, katkı ve eleştirileriyle çalışmayı olgunlaştıran Cihan Aktaş ve Kürşat Atalar’a da teşekkürü borç biliyorum. Özellikle de bazı bölümler hakkında itina ile tartışarak gelişimini sağlayan Asım Gültekin ağabey, yayın aşamasında aramızdan ayrıldı. Ona da rahmet olsun.