“Felsefe”nin beşerî bir arayış, beşerî bir soruşturma olduğu aşikârdır. Peki, “felsefe nasıl bir beşerî faaliyetidir?” diye sorduğumuzda onun her zaman girdi ve çıktıları olan, belli bir zaman ve mekânda gerçekleşen bir “düşünme” faaliyeti olduğunu fark ederiz. Düşünmenin kendi zamansal ve mekânsallığını referans çerçevesi haline getirmesi ve bu durumu bir hayat biçimi olarak sunması, hem onun “düşünen canlı” tanımına gönderimde bulunmasına hem de her çağda söz konusu payın sorumluluğunu alabilecek ve gereğini yerine getirebilecek insanların mevcudiyetine dayandırılabilir. Eğer düşünmek, kendine, kendi aklına kasıtlı olarak düş veya düşünce düşürmek operasyonu ise düşünmenin tek ve biricik konusu, zamansal ve mekânsal olanda durarak aynaya düşen yansımaları gizlilikten çıkarma ya da peçesini kaldırarak kendisini belirttiği hal ile ifşa edilebilme anlamına gelir. Ancak arka planda bu ifşanın, sözcüklerin anlamlarının nasıl oluştuğu, sözcükler ve dilin gerçeklikle ilişkisinin ne olduğu gibi bir tarafta anlam diğer tarafta gerçeklik problemini beraberinde getirdiğini de unutmamak gerekir. Bu hususa nasıl yaşayacağımızı belirleyen kesin yaşama formları üretme sorununu ilave ettiğimizde, karşılaştığımız meselenin çok boyutlu ve çok katmanlı bir yapıya tekabül ettiğini görebiliriz. Felsefenin neyi-nasıl düşüneceğiz üzerine düşünmek olması, başta kendimiz olmak üzere kültürlenmiş yaşamın yorumlanması, insanlık durumunun zaman içinde değişen yeni bir analizinin yapılması anlamına gelir. Öyleyse felsefe, insanı ve dolayısıyla dünyayı düşünmeye başladığımızda hem kendimizin hem dünyanın anlaşılabilirliği için oluşturduğumuz inşalardan ibarettir. Zira dünyayı kendi resmimiz dışında değerlendirmemiz ve kendimizi de oluşturduğumuz resmin “olasılık” koşullarından ayrı düşünmemiz imkansızdır. Bu durumda hem kendimizi hem de dünyayı birbirinden ayrılmaz bir şekilde kültürlenmiş düşünceyle anladığımızda, insan benliklerinin gerçekte kendi elleriyle yapılmış eserlerden, tarihten, biyoloji ve kültürün melez birleşiminden başka bir şey olmadıklarını itiraf etmiş oluruz. Ancak bu inşa faaliyetinde kendimize ve dünyaya dair tablomuzun da durmaksızın değiştiğini fark etmemiz gerekir. Açıktır ki insanı anlamaya çalışmak, kültürellik ve tarihsellik içinde var olmuş doğal yapılar olduğumuzun bilincinde olarak zamana uygun, geçmişte yapılmış yöntemsel hatalardan arınmış sağlam bir felsefe yöntemi bulma arayışını seslendirir. Kişiler ve benlikler biyolojik doğadan doğal olarak ortaya çıksa da homo sapiensler dil, tarih, kültür, sanat gibi doğal olmayan yollarla var olurlar. Bu durum insanın sosyal olarak oluşturulmuş, tarihselleşmiş, dillendirilmiş ve böylece kültürlenmiş; ikinci tabiatlı, yalnızca kültürlerin kolektif yaşamı içinde gerçekleşen varlıklar olduğunu söylemek anlamına gelir. O halde sadece homo sapiens olarak doğduğumuz için değil, aynı zamanda yapay bir karmaşık ilişkiler ağına güvenerek de insan olduğumuzu ileri sürebiliriz. Dil ve diğer sembolik sistemler, toplumsal gelenekler, kullanımları bağlamındaki araçlar kişisel hayatlarımızda gerçekleştirdiğimiz faaliyetler olmaktadır. Bu durumda yapay olana, sanata, yapma ve yapılmış olana ihtiyaç duymanın doğamızda var olduğunu söyleyebiliriz. Sonuç olarak, insan benzersiz bir varlık türüdür ancak yine de bireyselleşmiş bir varlıktır. Kısmen doğal (biyolojik) yollarla kısmen de yapay veya kültürel dönüşümle ortaya çıkmıştır ve bu durum kanonik felsefenin pek çok geleneğinin canlı çürütülmesidir. Felsefe kendimizi ve dünyayı anlamak için filozoflara güvenin hikâyesi olarak yorumlanabilir ama onların yanıldığı noktaları ortaya çıkarmak zorundayız. Zira felsefe dâhil sanat ve bilimlerin yeni bir analizi olasılığı hala belirsizliğini korumaktadır. Zira belirsizlik, değişim, çeşitlilik gibi tutarsızlıkların hüküm sürdüğü kültürlü dünyanın gecikmiş inşası her zaman için gereklidir. Elinizdeki eser kendisini ve dünyayı anlamaya girişen kişilere anlama ufku ya da eşiği sağlayacak makalelerden oluşmaktadır. Eserin gözden geçirilip düzenlenmesinde yardım eden Doç. Dr. Tuba Nur Umut ve Arş. Gör. Ahmet Hamdi İşcan’a; yayım aşamasında değerli katkılarından dolayı yüksek lisans öğrencim Cüneyt Yaşar’a, Eskiyeni Yayınları editörü Hüseyin Nazlıaydın’a, kapak tasarımını yapan Coşkun Işıkgül’e, mizanpajını yapan Beyzanur Arslantaş’a ve Eskiyeni Yayınları’nın tüm çalışanlarına teşekkürü bir borç bilirim.