İnsanın fıtratında mevcut bulunan temel eğilimlerden biri olarak şiddet, kan dökmek ve savaş, Allah’ın varlıkları yaratması ve kavimlerin yeryüzünde ortaya çıkmasından bu yana devam eden bir olgudur. İnsandan söz edilen her yerde ve zamanda savaş kavramı bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Kabil’in Habil’i öldürmek için elini uzatmasından itibaren önce bireyler arası, sonra topluluklar arası çatışmalar şeklinde savaşların yaygınlaştığı söylenebilir. Bronzun bir savaş aleti olarak kullanılması, atın evcilleştirilip bir muharebe aracına dönüştürülmesi, ilk savaş arabalarının Mısır ve Mezopotamya’da görülmeye başlanması, f illere savaşta rol verilmesi ve devasa orduların meydanlara çıkması, İskender’in, sonraki dönemlerde Roma’nın efsanevi piyadeleri, ardından Cermenlerin Avrupa’da üstünlük sağlaması örneğinde görüldüğü üzere süvarilerin büyük piyade ordularını alt etmeye başlaması gibi gelişmeler ve sonraki yüzyıllarda elde edilen teknolojik yenilikler, bilhassa kitle imha silahları savaş tarihinin dönüm noktalarıdır. Hangi enstrümanlarla yapılırsa yapılsın insan kadar eski olan savaşın var olmadığı bir zaman, neredeyse hiç yaşanmamıştır. Nihayetinde hemen her neslin savaşla tanıştığını ve bizlerin de dünyanın çeşitli coğrafyalarında yaşanan savaşlara şahit olduğumuzu, olmaya devam ettiğimizi söyleyebiliriz. Her savaş, insana, çevreye, zamana, dünyaya ve hayata bir maliyet çıkarmış; gerek tarafların, gerekse üçüncü ülkelerin/ toplumların siyasi, ekonomik, kültürel, dini hayatlarında değişimler doğurmuştur. Bu açıdan bakıldığında savaşlarda sadece orduların çarpıştığını düşünmek isabetli bir yaklaşım değildir. İlkel silahlarla ya da teknolojinin son mahsulleriyle gerçekleşen tüm savaşlarda, toplumlar, topraklar, halklar, ideolojiler, propagandalar karşı karşıya gelmektedir. Savaşlar, ne dün, ne bugün meydanlarda olup bitmiş değildir; acıları gönüllere düşer, nesiller boyu unutulmayan izler bırakır. Öte yandan edebiyattan, sanata, spordan, mimariye, bilime, şarkılara, türkülere rengini vermiştir. Bu denli ağır külfetler getiren savaş yerine barışı tercih etmenin ve barış taraftarlığının yüksek bir ahlâkî değeri ifade ettiği dile getirilmişse de; toprağına, insanına karabasan gibi çöken bir zulmün karşısında savaştan imtina etmenin zilletten, acziyetten, korkaklıktan öte bir anlam taşımadığı ortadadır. Bu çerçevede doğurduğu bireysel travmalar ve toplumsal yıkımlar etrafında hayatı topyekün etkileyen savaşın mahiyeti, varlık sebebi, meşruiyeti daima sorgulana gelmiştir. Eskiden olduğu gibi zamanımızda da savaşın meşruiyeti, ne zaman zaruri hale geldiği, barışın savaşa her zaman tercih edilip edilemeyeceği hususlarına yönelik tartışmalar güncelliğini korumaktadır. Bu tartışmalar, bilhassa felsefi akımlar, dinler, ideolojilerin hayata dair temel yaklaşımları etrafında yoğunluk kazanmıştır. Dünya gerçeklerini göz ardı etmeyen ve doğumundan itibaren ateş çemberine alınıp etrafı düşmanlarının bitmek tükenmek bilmeyen komplolarıyla sarılan İslam dini ve hukuk sistemi de savaş konusuna ayrıntılı biçimde eğilmiş ve düzenlemelere gitmiştir. İslam hukukçuları özellikle Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Nebî’deki ilgili beyanları esas alarak yaşadıkları çağın ve coğrafyaların şartlarının da tesiriyle teferruatlı teoriler ve ilkeler üretmişler, tam olarak bugünkü anlamıyla değilse bile müstakil bir milletler hukuku disiplini meydana getirmişlerdir. Bilhassa İslam milletler hukuku ve imkânlar nispetinde diğer bilim dallarının ışığı altında savaş kavramının anlamı, mahiyeti, doğası ve türlerini çalışmamızın ilk kısmında ele almaktayız. Takip eden bölümde adil, haklı ve meşru savaş kavramlarına değinerek savaş kavramı üzerindeki meşruiyet tartışmalarını ve İslam hukukçuları arasındaki fikir birliği ve ayrılıklarını ortaya koymaya çalışmaktayız. Son bölümde ise İslam dini ve hukuk sisteminin savaşta gözettiği insanî ve ahlâkî ilkeleri örneklerle sunmaya; İslam’ın kılıçla yayıldığı gibi propagandaların karşısında İslam’ın ana kaynaklarındaki temel yaklaşımları sıralamaya gayret etmekteyiz. Savaşla ilgili her alt başlığın müstakil bir çalışma olabilecek genişlikte olduğu aşikârdır. Bu nedenle konuları olabildiğince anlaşılır ve hacmi makul bir çerçevede tutmaya çalıştık. Yıllar içerisinde çeşitli ilavelerle boyutları genişleyen çalışmamızın bilhassa ilk kısımlarının meydana gelmesinde yardımlarını ve desteklerini esirgemeyen Merhum Hocam Prof. Dr. İbrahim Çalışkan’ı rahmetle yâd ediyor, Prof. Dr. Ahmet Ünsal’a teşekkürlerimi sunuyorum.