Evrensellik ve zorunluluğa değil, yerellik ve olumsallığa dayanan bilme anlayışının hayatı üst bir çatı olarak kabul ederek her türlü düşünceyi faydalanılabilir bir zemine, yani deneyime taşıdığı söylenebilir. Deneyimde yan yana gelen düşünceler, karşılıklı diyalektik ile kendi içerisinde birleşen, dönüşen ya da farklılıkları ortadan kaldırılan bir nitelikte değil; aksine her türlü yorum ve farklılığa izin veren bir yapı arz ederek hem yeni ufukların ortaya çıkmasına hem de söz konusu ufukların kaynaşmasına olanak sağlayabilir. Her ne kadar deneyime verilen değer tarihsel süreçte radikal değişimler geçirse de onun önemi, insana, topluma ve tarihe karşı sentezci, birleştirici ya da ötekileştirici değil, çok boyutluluğu esas alan bütüncül bir dil kullanımına olanak sağlamasında yatar. Daha iyi bir hayat düsturu içerisinde farklı düşünceleri kolayca birbirlerine eklemleyerek dünyalar arası bir bağ oluşturan deneyim, 'geleneği' tarihin içerisinden çıkararak bizzat hayatın içerisine taşır ve geçmiş, şu an ve geleceği hayatın içerisinde bir araya getirir. Yüzyıllardır düşünce sorunumuzun esasen deneyimimiz ve o deneyimimizin içinde aktığı geleneğin ne olduğunun çözümlenmesi olduğu aşikârdır. Felsefi bir ifadeyle, karşılaştığımız sorun, ethos’un çözümlenmesi işidir. Bilindiği gibi ethos, bir kültürün, bir topluluğun kendine özgü niteliği ya da tini anlamında o topluluğun hayat anlatısının başladığı yerde tarihsel olarak oluşturulmuş belli pratikler ve gelenekler içerisindeki ruhu ya da varoluşu ifade eder. Öyleyse, sorunumuz ‘bize mahsus olanın ne olduğu’ ve yaşadığımız zaman içinde ‘onun ne olması gerektiği’ hususudur. Bize mahsus olanın deneyimlerimizde saklı olduğu aşikârdır. Zira deneyimlerimiz, toplumsal olarak tesis edilmiş, iş birliğine dayalı, tutarlı ve karmaşık her türlü insan faaliyetlerine ya da kişilerin deneyimleri yoluyla hangi faaliyet içerisinde hareket ediyorlarsa onun mükemmellik standartlarına işaret eder. Fakat deneyimlerimiz, yalnızca amaca götüren bir araç değil; onlar, aynı zamanda izlenen amacın da oluşturucusudur. Örneğin, metinleri duyarlılıkla ve sabırla okumayı öğrenmek, yalnızca iyi bir edebiyat eleştirmeni olmaya götüren bir araç değil, böyle olmanın kısmen oluşturucusudur. Bir kişi pratik içerisinde tarihsel olarak üretilmiş, üzerinde uzlaşılmış normlar ve mükemmellik standartları içerisinde faaliyette bulunur. Bu anlamda her deneyim, bir geleneğin taşıyıcısıdır. Gelenek ise insan yaşamının/deneyimlerinin anlatısal birliğidir. Açıktır ki insani yaşamın birliği ile anlatısal arayışın birliği arasında derin bir ilişki vardır. Arayışlar başarılı olduğu müddetçe yaşamdaki birlik muhafaza edilir. Ancak bu arayış, boşa çıkar ya da dağılmalarla israf edilirse gelenek kesilir ya da kırılır ve insan yaşamında birlik ortadan kalkar. Bu yüzden geçmişin bugüne uzanması, yitmemesi lazımdır. Şimdiye uzanmayan ya da yiten geçmiş, gelenek değildir. Geçmişin şimdiye uzanması, bizi etkilemesi, bizimle bir diyaloga girmesi ya da bize seslenmesi gerekir. Bize seslenene kulak verip ona cevap vermenin, onunla konuşma ve ona yorum katma olduğu aşikârdır. Yorumlayamadığımız, geleceğe taşıyamadığımız geçmiş, gerçekten geçmiş, yitip gitmiştir. O halde gelenek, dokunulmazlar normlar ve değerler mahzeni değil; eleştiri, değişme ve gelişme ortamıdır. Bu, geleneğin daima logos ile ilişki içinde olduğu anlamına gelir. Zira bir kültürün ruhu, zihniyeti eylemde/deneyimlerde mündemiçtir. Dolayısıyla logossuz bir ethos'tan; aynı şekilde ethos'suz logos'tan bahsedilmez. Logos neyi, neden yaptığımızı doğrudan anlayacağımız eyleme bir şekilde içkindir; eylem de var olmanın, düşünmenin ve istemenin uyumudur. Yine eylem, hayatımızda doğrudan hakikate bakmanın bir olgusu, daha genel ve her şeyden daha sürekli evrensel bir ard arda gelişin ben’deki ifadesidir. Bu yüzden her eylem, daha mükemmel eyleme duyulan bir özlem olduğu için, insan eylem sayesinde doğal varlık düzenini aşar. Hatta bize sonsuzu en iyi şekilde hissettiren eylemdir. Bu anlamda eylem, doğaüstünün insanın somut varlığında kendini gösterdiği yer ya da bizi Tanrı’ya ulaştıracak olandır. Zira eylemde/deneyimde zorunlu varlığın iradesi ile insan iradesi ihtiva edilir. İrademizde içkin olarak bulunan aşkın, ancak eylem vasıtasıyla ortaya çıkar. Salt bilgi ya da düşünce bizi asla kımıldatamaz, çünkü o, bizi bütünüyle kavrayamaz. Öyleyse, pratik hayatın ya da deneyimin eleştirisi varoluşun araştırılmasıdır. Deneyimin araştırılması, öznenin dinamizminin koşulları ile diyalektiğine ilişkin sistematik bir araştırmayı gerektirir. Elinizdeki eser ‘deneyimi’ hayatın merkezine koyan bir filozofun Pragmatizm’e dair makalelerinden oluşmaktadır. Eserin okuyucularına varoluş anlamada bir ufuk ya da anlam eşiği kazandırması tek umudumdur. Eserin gözden geçirilip düzenlenmesinde yardım eden Doç. Dr. Tuba Nur Umut ve Arş. Gör. Ahmet Hamdi İşcan’a; yayım aşamasında değerli katkılarından dolayı yüksek lisans öğrencim Cüneyt Yaşar’a, Eskiyeni Yayınları editörü Hüseyin Nazlıaydın’a, kapak tasarımını yapan Coşkun Işıkgül’e, mizanpajını yapan Beyzanur Arslantaş’a ve Eskiyeni Yayınları’nın tüm çalışanlarına teşekkürü bir borç bilirim.